Maraşlı şair, Cahit Zarifoğlu ‘Afganistan Çalgısı’ adlı şiirini yazdığında yani 1980’li yıllarda Afganistan’dan gelecek her haber bir müjde gibi görülüyordu.
Çünkü Sovyetler, kızıl kana bulanmış gökyüzünü simgeleyen bayrağıyla bütün Müslümanların hatta bütün Dünya’nın tek düşmanıydı. Hatta Rambo bile utanmamış, sıkılmamış, siyah atletiyle Mücahitlere yardıma koşmuştu. Yada o gün bize gösterilen oyun o şekilde yazılmıştı.
Fakat Koca Sovyet ordusu korkunç ve abartılmış gücüyle Afganistan bataklığından çıkamadı.
Sovyetlerin Afganistan’ı terki ardından Berlin duvarı’nın yıkılması ardından Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlığı sanki ‘vadedilmiş bir cennetin’ gerçekleşmesi gibi tüm Dünya’da yankılanıyordu. Soğuk savaş bitmiş. Batı bloğu nihai zaferi tatmıştı.
Fakat üzerinden geçen 30-40 yılın ardından dünyada vaat edilen bir cennetin değil bölünüp parçalanan ezilen küçük ve güçsüz ülkelerin doğduğunu gördük.
Ne yazık ki Irak, Suriye ve Afganistan bu küçük ezilen ülkelerin en önde gelenleri. Daha şimdi sayamadığım niceleri var.
İşte yine bir mağlup olmuş güçlü ordu tiyatrosu görüyoruz.
Dünyanın belki tarihteki en büyük ordusu, U.S. Army bütün şatafatı ile Afganistan’a geldi ve büyük bir yenilgi ve hezimetle ülkesine geri döndü!
Ya da bize göstermek istedikleri manzara bu.
Madem Afganistan Çağıltısı yazıldı madem Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt ve Mavera ekibi Afganistan’daki mücahitleri kardeşleri olarak gördü bizim Amerika’nın bu yenilgisi karşısında kurbanlar kesmemiz icap etmiyor mu? Sevincimiz neden kursağımıza oturup kaldı?
Bu vaziyeti Çeçenya’da ki, Bosna’daki edebiyatı yapılmış mücadeleler için de söyleyebiliriz.
Muzafferler mi?
Amerika, Afganistan’dan çekiliyorsa neden mutlu değiliz neden içimizde bir şeyler kıpırdaşmıyor da korkuyoruz?
Neden bir şeyler eksik?
Afganistan’da kazananlar, Mücahitler ise ve kazandıkları, Galip oldukları bu savaşta rakipleri, mağlup ettikleri “Haçlılarsa” neden bu sevinç kursağımızda kalıyor?
Bence iki ihtimali var!
Birincisi biz.
Yani biz değiştik. Yani biz Afganistan’daki mücahitlerin kazanmasına sevine-meyecek(kadar) bir pozisyondayız.
Afganistan’da üstü başı tozlu, şalvarı yırtık, sakalı saçı birbirine karışık, dişleri beyaz gülümseyen o Mücahitler bize yabancı geliyor. Ebeveyninden utanç duyan ergenler gibi donakaldık.
Saçı sakalı düzgün, tıraşı yerinde, üniforması ütülü kişileri görmek istiyoruz Muzaffer olarak.
İkinci ihtimal ise onlar!
Bizim hayallerimize uymayan mücahitler. Ya da öyle sahneler gösteriyorlar ki bize bizim hayalimizde olmayan kişileri seçip bulup getirip önümüze koyarak bu kazancı, bu sevinci yaşamamıza mani oluyorlar.
Diyorlar ki; “Bakın! İşte biz bu ilkel, bu barbar, vahşi, bu laftan anlamaz, söz dinlemez, pis insanların ülkesini terk edip gittik.
Biz yenilmedik, biz bırakıp gittik. Yoksa bizi kimse yenemez. Yani biz bu maçı oynasaydık 10-0 alırdık ama biz bu iğrenç sahada, bu toptan anlamaz insanlarla top oynamak istemedik.
Yani kendimize yakıştıramadık. Bu maçı oynamadık. O yüzden burayı terk ediyoruz.
İşte sizde izleyin, ne kadar pislik insanlar olduklarını.” Der gibi görüntüleri, psikolojik harbi kazanmak için sundular.
Uçaktan düşen insan görüntülerini gözlerimize soktular!
Bilmiyorum!
Cahit Zarifoğlu kadar zeki değilim.
/Arkadaş sen şimdi yalnız Savaş/ demişti.
Biz şimdi ne diyeceğiz?
Amerikalıların dediği gibi bu pis, bu iğrenç topraklardan uzaklaşalım, çekip gidelim mi diyeceğiz?
Arkadaş senin yanındayız mı diyeceğiz?
Yoksa Çinlerin 4 bin yıl önce başlattığı duvar örme geleneğine mi başlayacağız!
Yada Şems ve Mevlana’nın doğduğu topraklardan, Afganistan’dan güller mi dereceğiz.
Ata yurdumuz, Afganistan’ın güzel şehri, Kandehar’ın karlı dağlarına güller mi ekeceğiz?
Çünkü ben bilirim ki en güzel kırmızı güller Afganistan dağlarında yetişir!
*
Ahmet Murat Çolak