TÜRKÇEYİ BAYRAKLAŞTIRAN TÜRK ŞİİRİNİN “BAYRAK” BURCU – II
ÂRİF NİHAT ASYA
O; hayat gâyemiz ve ruhumuz olan dînimizi, millî varlığımızın temel taşlarından olan dilimizi ve en az beş bin yıllık hayat tecrübemiz olan tarihimizi bilmenin, ‘Millî Düşünce Ufkumuz’un istinatgâhını oluşturan bu üç unsura, yâni ‘Din, Dil ve Tarih Şuuru’na sâhip çıkmanın bizi “Biz” yaptığına ve toplum yığınlarını millet hâline getirdiğine inanan îman, mefkûre ve fikir adamlarındandı.
‘Din, Dil ve Tarih Şuuru’ ‘Millî Düşünce Ufkumuz’un ‘rûhu’nu, ‘ses ve söz bayrağı’nı ve ‘hâfızası’nı ortaya koyan üç temel unsurdur.
“Din / İslâm; Kur’ân-ı Kerîm’de; “İyi bilin ki, hâlis (gerçek) din Allah’ındır.”[1] ve “Allah katındaki yegâne din İslâm’dır.”[2] diye ifâde buyurulan; sâhibi ve koruyucusu Allah (c.c.) olup, kuralları Yüce Rabbimiz tarafından konulan, vahiyle peygamberlere nâzil olan ve onlar vâsıtasıyla da akıl sâhiplerine tebliğ olunan İlâhî emirler, nehiyler, hükümler ve yükümlülükler bütünüdür. Din / İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın; “And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız.”[3] buyurduğu, insanlara yaratılış gâyesini ve vâroluş hikmetini Resûller ve Nebîler vâsıtasıyla duyurduğu, Zât’ına îman ile kulluğun inanç, ibâdet ve muamelat esaslarını ve ölçülerini ortaya koyduğu İlâhî prensiplerdir. Din / İslâm; insanın rûhunu oluşturan, Âdemoğlunu fıtratıyla buluşturan, şu imtihan dünyasında beşeriyeti; “sırât-ı mustakîm”[4] denilen iyiye, güzele, fazîlete ve doğru yola ulaştıran, kulları dünya ve âhiret saâdetine kavuşturan bir Rabbânî rehberdir.”[5]
O; “Metafiziğe inanırım, çünkü bütün yollar O’na çıkar.”[6]; “Ben dünyada fizik devrinin haddini bildirecek bir metafizik devri bekleyenlerdenim. Hilkati madde şaşkınlığından; paktlar, antantlar, konferanslar ve kontrol komisyonları değil, olsa olsa böyle bir çağ kurtaracaktır.”[7] demiş, materyalizmi reddetmiş ve insanlığı îman çağına ulaştıracak bir mânevî inkılâbın yeniden beşeriyetin ufkunda tulû edeceğine inanmış olan kâmil bir mü’mindi.
O; varlığın “Kün” (Ol!) emr-i İlâhîsiyle meydana geldiğine, her şeyin O’nunla kâim olduğuna; on sekiz bin âlemin de, tabiatın da, insanın da, rûhun da, bedenin de, hayâtında ölümün de, nefes almanın da (şehîk), nefes vermenin de (zefîr), hidâyetin de, izzetin de O’nun yed-i kudretinde bulunduğuna, yaratılmışların her konuda Yaradan’a muhtaç olduğuna şeksiz şüphesiz îman etmiş ve “Lafzâ-i Celâl Zikri” isimli şiirinde bu duygu ve düşüncelerini;
“Gider felâket, gelir saâdet…
Seninle izzet, seninle nusret…
Nasîr’im Allah, Nasîr’im Allah;
Şehîkım Allah, zefîrim Allah!
Bugün içim dar: şikâyetim var…
Duyar makamın, sağırsa kullar…
Habir’im Allah, Habir’im Allah!
Şehîkım Allah, zefîrim Allah!”[8]
dizeleriyle dile getirmiş olan muttakî bir Müslümandı.
O; her Müslüman gibi; dînin toplum ve insan hayatındaki önemine, İslâm’ın hayatın her karesini düzenlediğine, Kur’ân-ı Kerîm’in “Tevhîd, Risâlet ve Âhiret” temelinde insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran ve “hak ile bâtılı birbirinden ayıran”[9] bir “Kitâbullâh”[10] olduğuna îman etmiş ve Kur’ân hakkındaki düşüncelerini de bir rubâîsinde;
“Öp, alnına değdir… ki bu bir başka Kitap…
Ancak durulanmış temiz eller ona kap…
Sık sık okuyorsun kapanıp… lâkin onu,
Okutmak, okumaktan da sevap!”[11]
mısrâlarıyla ortaya koymuş olan inanmış bir insandı.
O; îmânın derûnî veçhesini oluşturan; takvâda derinleşilmesi, nefsin terbiye edilerek insan-ı kâmil olma istikametinde mesâfe kat edilmesi, kalbin maddî ve mânevî kirlerden arındırılması prensiplerini “bire bir eğitim” temelinde gerçekleştiren ve “İlâhî aşkla yaşanan bir hayat tarzı” olan tasavvufun derûnî ikliminde rûhunu nurlandıran ve ;
“Benim değil can, benim değil ten…
Ki renk, boy, en -bütün- Senin… ben
Fakîrim Allah, fakîrim Allah;
Şehîkım Allah, zefîrim Allah!”[12]
diyen bir sûfîydi.
O; rûhî çalkantılar yaşadığı, arayışlar içinde olduğu ve pek çok konuda tereddütler yaşadığı bir dönemde, 1933 yılında Üsküdar Mevlevîhânesinin şeyhi Ahmet Remzi Akyürek’i tanımasından sonra Mevlevî dervişi olmuş, ruh burkuntularından ve inanç noktasındaki tereddütlerinden kurtulmuş, tasavvufun âsûde ikliminde olgunlaşmış, bir ömür Hz. Mevlânâ’nın izinde yürümüş ve “Mevlevîlik kıymet ve incelik bakımından som altın değerinde bir tarikattır.”[13] demiş bir Mevlevî şeyhiydi.
O; beşeri hazreti insan yapmayı, kulu mârifet ufkunda “Yâr olup, bâr olmamak”, “Gül-i gülzâr olup hâr olmamak”[14] temelinde insan-ı kâmil mertebesine çıkartmayı ve kalbi “Tevhid” ve “Zikrullâh” ile itminâna erdirmeyi amaçlayan tasavvufu; îmâna katılmış aşk, şevk, amel ve irfan dolu bir heyecan ve Anadolu’nun Türkleşmesinde çok büyük katkıları olan etkili ve önemli bir sosyal müessese olarak görmüş, tasavvuf ve tekkeler hakkındaki düşüncelerini de şöyle ifâde etmiştir: “Tasavvuf; Kur’ân ahlâkıyla ahlaklanmaktır. Veyâ tasavvuf, Peygamber ahlâkından ibârettir.”[15]; “Tekkeler zamanın fikir ve kültür ocaklarıydı. Anadolu’yu Türkleştiren tekkelerdir. Anadolu’nun Türkleşmesinde Âhîliğin, Mevlevîliğin, Bektâşîliğin, Yesevîliğin, Kâdirîliğin çok büyük tesirleri oldu. Öyle ki tekkelerden önce, Anadolu’da Türk kelimesi bile geçmez. Tekkeler kurulduktan sonra Türk ismi ve kültürü Anadolu’da mayalanmaya başlar. Bu bir şâirin kendine hayâl âlemi açmasına benzer. Bu mucize ve kerametten başka bir şey değildir.”[16]
“Dil; millî kültür hazinesinin; hem kalbi, hem kalıbı, hem de millî kimliğin şekillenmesinin mihenk taşıdır. Dil; kültürün temel dinamiklerinin nesilden nesile aktarılması, yaşatılması, yayılması ve geliştirilerek ifâde edilmesini sağlayan; bir toplumun dününü, bugününü ve yarını kucaklayan, henüz doğmamışlarıyla ölmüşlerini birbirine bağlayan ve halk kitlelerini millet yapan köprünün; hem kapısı, hem kilidi, hem anahtarı, hem harcı, hem de çok önemli bir yapı taşıdır. Dil, millî kültürü ayakta tutup besleyen, o kültürün güzelliklerini âhengiyle süsleyen ve tarihin derinliklerine uzanan kökleriyle asırların mîrasını sînesinde saklayan sır dolu bir âyet ve mûcizevî bir kuvvettir. Dil; Kur’ân-ı Kerim’de; ‘..Renklerinizin ve dillerinizin farklı olması Allah’ın âyetlerindedir..’[17] diye ifâde buyurulan, Âlemlerin Rabbi tarafından insanoğluna ihsân olunan İlâhî bir nîmet, ‘milletle bütünleşen, milleti bütünleştiren’[18] ve milletin ses ve söz bayrağı hükmünde olan millî bir servettir.”[19]
O; millî şuurun oluşmasında dilin önemini ısrarla belirtmiş, Türkçenin Türk milletini meydana getiren en önemli içtimâî bağlardan birisi olduğunu ifâde etmiş, Türkçeye topyekun sâhip çıkılması gerektiğini, onu güzel kullanmanın, nüanslarıyla korumanın şart olduğunu söylemiş ve; “Türkçe bizim millî davâmızdır.”[20], “Varlık sebeplerimizin başında dil gelir.”[21] demiştir. O; kelimeleri fikir imbiğinden geçirdikten sonra, duygu ve hayâl kanatlarıyla yeni ufuklara taşıyan, mısraları damla damla damıtarak sözü hikmetli kılan ve lisânın en ileri merhalesi olan Türkçe’nin çok edebî ve nâzenin ifâdeleriyle nev’i şahsına münhasır bir şiir dili oluşturan ve şiirleştirdiği her güzelliği daha da güzelleştiren, Türk diline çok büyük hürmet ve muhabbet besleyen ve onun geleceğine dâir derin kaygılar taşıyan ve dünyayı Türk’çe okuyan bir büyük şâir ve edebiyat hocasıydı.
O, 20. Asrın başında Türkiye’nin büyük bir değişim geçirdiğini, bu değişimin Türkçeyi de değiştirdiğini, dilin kendisine mahsus kânunları olan sosyal bir müessese olduğunu, bunun kişiler ve kurumlar eliyle keyfî bir şekilde değiştirilemeyeceğini, dilin tabii gelişim sürecinde ve tarihî serencamına uygun olarak gelişeceğini, gerekiyorsa değişeceğini söylemiş; kelimelerin soyuna sopuna bakılamayacağını, “Bunlar Türkçe asıllı değildir” denilerek tasfiyecilik yapılamayacağını, yâni imparatorluk dili olan Türkçenin 300-500 kelimeden ibâret bir aşiret lisânı hâline getiril/e/meyeceğini devamlı dile getirmiş ve millî edebiyatı savunan mütefekkir ediplerimizdendi. O; “Millî edebiyâtın ilk şartının, milleti ve milliyeti kabul etmek ve bunlara karşı olmamaktır. Öteki vasıflar bu şarttan sonra gelir.”[22] demiş, sanatı millîleştiren, milliyetçiliği de sanat haline getirmiş ve Türkçeyi bayraklaştırmış edebiyatımızın “Bayrak Şâiri”ydi.
O; dil dışı bir takım maksatlarla yapılan ideolojik müdâhalelerin, jakoben uygulamaların, gayrı tabii zorlamaların Türkçe’nin anlatım gücünü, şiiriyetini ve kelime hazinesini zedelediğini, Türk Dünyasıyla ve İslâm Medeniyetiyle müşterek kavram ve kelimelerimize zarar vediğini ifâde etmiş ve bu konudaki görüşlerini; “Dilde zaman içinde gelişme olur; dile yeni kelimeler girer, bir takım kelimeler zamanla ölü kelime hâline gelerek dilden atılır. Ancak şunun bunun keyfi için dilde tasfiyecilik olmaz. Bu kansız bir cinayettir.”[23]; “Dil Kurumu şimdi kendisine yaşama gerekçesi aramaktadır ve kendince müstakbel hayatının kefâreti olarak dili kurban etmektedir. Dil zevkinden mahrum kişilerin dilde bir şey yapmaya kalkışmaları kadar gülünç bir şey yoktur.”[24] diye iki cümlelerle özetlemiş, dilin hizipler ve kurumlar üstü, millete âit çok önemli bir değer olduğunu da şu mısrâlarla ifâde etmiştir:
“Dilimiz bir devamdır… kopmaz:
Dili millet yapar, Kurum yapmaz!”[25]
O; Türkçe için müzikâl bir lisan olması sebebiyle edebî zevkin zirvesinde dalgalanan “ses bayrağımız”ın[26] şiiriyetinin dünyanın en yaygın dillerinden birisi olan İngilizceden daha üstün ve kavram zengini olduğunu da şu mısrâlarla dile getirmiştir:
“Hor görenler benim -aslında- şiirden dilimi,
Söylesinler bana: ‘May hart’ ile ‘gönlüm’ bir mi?”[27]
“Tarih; bir milletin mânevî, içtimâi, siyâsî, askerî ve kültürel mîrâsını saklayan; o toplumun kimliğini, kişiliğini, hayata bakış tarzını, tecrübe birikimini, hep birlikte yaşadığı acı tatlı duyguları, hâtırâları ve toplumların başından geçen her türlü olayı yer ve zaman göstererek anlatan ak sakallı bir bilge mürşittir. Tarih; geçmişle bugün, bugünle gelecek arasında irtibat kuran, toplumlara moral motivasyon kazandıran, yeni nesilleri geçmişin ihtişamlı zaferleriyle aşka getirerek onları büyük ülküler ve hedefler etrafında toplayan millî şuurun temel taşıdır. Tarih; kökü mâzi, gövdesi hâl ve dalları istikbâl olan; geçmişin tecrübelerinden istifâde ederek geleceğe âit çok faydalı plânlamalar yapabilmemiz için gerekli irfan ve müktesebâtı istifademize sunan bir kılavuz, geçmişin penceresinden geleceği gören bir dikiz aynası, yarınlara ışık tutan bir ibret vesikâsı ve halk kitlelerini millet hâline getiren bir sosyal hâfızadır.”[28]
O; Ötüken’de tarih sahnesine çıkan, Ergenekon’da demir dağları eriten, Mekke’nin Tevhid nûrunda yıkanan, Ufukların Efendisi cihan devletleri kuran, çağ açıp çağ kapayan, zevâl devrinde yıkılmakla karşı karşıya kalan ve Millî Mücâdele’yle yeniden kıyâma duran 5000 yıllık Türk tarihini serencâmını;
“Günlerce yokuş dizleyerek dağ çıktık;
Her gün bırakıp arkada bir çağ çıktık…
Sarsılmasa altı zirvedeydik şimdi…
Bir zelzeleden artakalıp sağ çıktık”[29]
dört mısrada özetleyen millî tarih şuuruna sâhip gerçek bir münevverdi.
O; Türk deyince Müslümanı anlatmış, Müslüman deyince de Türk’ü numûne-i imtisâl olarak göstermiş, İslâm’ın, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne cihad rûhu kazandırarak bu aziz ve asil milleti daha da yücelterek mâsivânın geçiciliğinden Mâvera’nın ebedî aydınlığına taşıdığına; Türk’ün ve Türklüğün de tarihin şâhitliğinde İslâm’ın bükülmez bileği, hizmetkârı ve sancaktârı olduğuna bütün kalbiyle îman etmiş bir büyük ideâlistti.
Devletimizin çöktüğü ve vatanımızın yedi düvel tarafından işgâl edilmeye çalışıldığı çok zor bir dönemi ve çok önemli savaşları yaşaması sebebiyle onun zihninde, gönlünde, fikrî temâyül ve tekâmülünde, şiirlerinde ve nesirlerinde hep Türk milliyetçiliği düşüncesi vatan ve bayrak sevgisi ve tarihî kahramanlara özlem duygusu hep ön plana çıkmış ve büyük bir içtenlikle
“Biz, kısık sesleriz… minâreleri
Sen, ezansız bırakma, Allah’ım!
…
Kahraman bekleyen yığınlarını
Kahramansız bırakma, Allah’ım!
Bizi, Sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma, Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma, Allah’ım.”[30]
dizeleriyle Türk milleti adına Cenâb-ı Hakk’a “Duâ” eden kâmil bir mü’mindi.
O; dünkü yaşadığımız hâdiseleri künhüyle kavrayabilmek, bugünkü milletin içinde bulunduğu hâli anlayabilmek ve yarınlar hakkında doğru yorumlarda bulunabilmek için; tarihimizi çok iyi bilmek, objektif olarak değerlendirmek ve geleceği sağlam temeller üzerine inşâ edebilmenin ancak millî tarih şuuruyla mümkün olabileceğine kadim bir Türk milliyetçisidir. O; “Tarih şuurunu kaybeden topluluklar hafızasını kaybeden insanlara benzerler” hükmüne bütün kalbiyle inanan, tarihimizin iyi ve kötü taraflarından örnek almamız, kahramanlık ruhumuzu canlı tutmamız ve böylelikle Türkiyeyi çağdaş medeniyetin üzerine taşımamızın aslî vazifelerimizden birisi olduğuna inanmış ve “Şiirlerimde kahramanlık ruhumuzu tarih şuuru içinde ortaya koymaya çalışmam; milletimizin, devletimizin ebed müddet varlığına inancımdandır. Çünkü kendi kültür temellerine dayanmayan milletlerin yaşama şansı yoktur.”[31] diyen ideâlist bir dâvâ adamıydı.
O; hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâletiye tevâzuun zirvelerini tutmuş, vakarı, cesâreti ve zerâfeti şâhikalaştırmış; neşeli, espirili, müşfik, eli açık, gani gönüllü, prensipli ve rindâne tabiatlı bir insan olmasına rağmen, İslâmiyet’e, Türklüğe ve her alandaki millî ve mânevî değerlerimize zarar veren kişi ve mahfillere karşı da çok sert mukabelelerde bulunmuş; kalemiyle, kelâmıyla, fikriyle, fiiliyle ruhuyla ve zihniyle Türk milliyetçiliğine hizmet etmiş gerçek bir ülkü deviydi.
O; Türk milliyetçiliğini reddeden ideolojilerle ve kökü dışarda olan her türlü gayrı millî düşünceyle mücâdele etmeyi kendisi için millî bir görev bilmiş, “çarpışma” dediği bu millî kavgada kalemini bir kılıç gibi kullanmış, Türkiye’yi bir Sovyet peyki hâline getirmek isteyen komünizme, onların işbirlikçisi komünist kızıl gurkalara ve her türlü bölücülüğe karşı mücâdelesini Türk milleti adına pervasızca yapmış ve bu herîf-i nâ şeriflere karşı duyduğu öfkesini çok sert bir üslupla dile getirirken “Amcalar ve Yeğenler” şiirinde şunları yazmıştır:
“Döğünüp Ho Şi Min’in bizdeki yeğenleri,
Gidenin ardından ‘Ho Amca’ diye ulurmuş…
Söyleyin Allah için dostlar: Babası belli
Olmayanın amcası nasıl belli olurmuş”[32]
O, “Dosta, insana, güzele bal şerbet; ama kötüye, çirkine, bağnazlığa zehir zemberek”[33] olmuş, şiirlerinde sevgi, kardeşlik, müsamaha, muhabbet ve her türlü güzelliği dile getirdiği gibi; bu latîf dilden anlamayanlara ve anlamayacak olanlara da anladıkları dilden konuşmuş; -aslında bu yazı Kıbrıslı Rumlar için kaleme almış olsa da- ülkemizde mebzul miktarda bulunan dîn, îmân, vatan, millet, devlet ve bayrak düşmanlarına da “Onlar Bu Dilden Anlar!” diye hitap etmiştir:
“Onlar, ‘Lütfen!’den anlamaz; ‘Ulan!’dan anlar.
Onlar, çiçekten anlamaz, dikenden anlar… Güvercinden, kelebekten değil; doğandan, kartaldan anlar. Ve onlar, kanattan anlamaz; gagadan anlar, pençeden anlar.
Onların kitap mantığından değil, Afyon, Kocatepe, Dumlupınar mantığını anladığını biz, kırk yıl önce biliyorduk; fakat, unutmuşuz.
Bu bilgiyi tazelemek için harcadığımız aylar, onlara, bile bile vakit kazandırmamız gibi oldu.
Onlar, şarkıdan anlamaz; türküden, ağıttan anlamaz, belki marştan anlar.
Onlar, yaydan anlamaz; oktan anlar. Ayrıca dil döküp durduk… Onlar, dilden anlamaz, elden anlar. Anlaşmak için el uzattık; bunu el açmak sandılar… Düşünmedik ki tokatla, yumrukla beslenmeye alışmış olanlar, el işaretinden değil; tokattan yumruktan anlar.
Onlar, soğukkanlılıktan anlamaz; öfkeden anlar.
Onlar, aydınlıktan anlamaz; ateşten anlar.
Onlar, ipekten, kâğıttan değil; demirden, çelikten, kurşundan anlar.
Onlar yazışmadan, çizişmeden, buluşmadan, görüşmeden anlamaz; dövüşmeden anlar…
Yanlarında Kıbrıs konusu açıldığı zaman, suç kendilerindeymiş gibi, asker dostlardan kiminin yüzü öfkeden, kiminin utançtan kızarıyordu; karacısı da, havacısı da, denizcisi de pekiyi biliyordu ki, Kıbrıs’ ta meydanı boş bulanlar, uçurtmadan, balondan anlamaz; roketten anlar…
Altı ayın acısını üç saatte çıkardığımız doğrudur…
Altı ayı tebrik etmem; üç saati tebrik ederim.
Onlar, önsözden anlamaz; sonsözden anlar.”[34]
O; hayatı boyunca millî kültür, ülkü ve Turan ideâli konusunda hep taraf olmuş, Türk milliyetçilerinin tabutluklara atıldığı Şeflik Dönemi’nde bile fikirlerini hiçbir zaman kısık sesle ifâde etmemiş, millet ve devlet düşmanlarıyla yapılan mücâdelede hep ön saflarda yer almış, Türkçülük mefkûresine bağlılığını; ismiyle, mefkûrenin ebced hesabındaki sayı değerlerinin aynı olmasına işâret etmiş ve;
“Yıllardır çarpışmadayım ben böyle,
Mefkûreme engel çıkaran her şeyle…
Biz, birbirinin aynı ikizler gibiyiz:
Birdir adımın Ebced’i ‘Mefkûre’yle.”[35]
diyerek; hem “Ârif”, hem de “mefkûre” kelimelerinin ebcetteki sayı değerlerinin 351 olduğunu şiir diliyle ifâde etmiştir.
*
(Devam edecek)
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Zümer, 39/3
[2] Âl-i İmrân, 3/19
[3] Kâf, 50 /16
[4] Fâtiha, 1/ 5
[5] Dr. Mehmet Güneş, Millî Düşünce Ufkumuz -Din, Dil ve Tarih Şuuru-, 13
[6] Ârif Nihat Asya, Kubbeler, Düşünüyorum,128
[7] Ârif Nihat Asya, Kanatlar ve Gagalar, 146
[8] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Duâ, 84
[9] Âl-i İmrân, 3/4
[10] Rum, 30/56
[11] Ârif Nihat Asya, Kova Burcu, Kitap, 157
[12] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Duâ, 84
[13] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 104-105
[14] Dede Ömer Gülşenî
[15] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 96
[16] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 106
[17] Rum, 30/22
[18] S. Ahmed Arvâsî, Hasbihâl, VI, 317
[19] Dr. Mehmet Güneş, Millî Düşünce Ufkumuz -Din, Dil ve Tarih Şuuru-, 14
[20] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 39
[21] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 94
[22] M. Nuri Sâmancı, Defne, “Ârif Nihat Asya’ya On Soru, Ârif Nihat Asya’dan On Cevap, 62, Şubat, 1969
[23] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 29
[24] Mustafa Karapınar, “Ârif Nihat Asya ile Bir Konuşma”
[25] Ârif Nihat Asya, Büyüyün Kızlar Büyüyün, Dil III, 262
[26] Fâzıl Hüsnü Dağlarca
[27] Ârif Nihat Asya, Büyüyün Kızlar Büyüyün, Dil I, 259
[28] Dr. Mehmet Güneş, Millî Düşünce Ufkumuz -Din, Dil ve Tarih Şuuru-, 15
[29] Ârif Nihat Asya, Nisan, Dağ, 247,
[30] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Duâ, 44-45
[31] Yavuz Bülent Bâkiler, Ârif Nihat Asya, 97
[32] Ârif Nihat Asya, Basamaklar, Amca ile Yeğenler,184
[33] Aclan Sayılgan, Töre, “Şâirin Ölümü”, 45, Şubat, 1975
[34] Ârif Nihat Asya, Onlar Bu Dilden Anlar, 17, Didakta Yayınları, Ankara, 1970.
[35] Ârif Nihat Asya, Takvimler, Mefkûre, 140