Kelleni tus da, kafan kemere daamesin’
*
Bizim çocukluğumuz yetmişli yıllara, gençliğimiz seksenli yıllara rastlar. Zamanın yavaş aktığı, hayatın yatay yaşandığı o yıllarda yaşayanların ayrıcalıkları vardı. Her yaştan insana iş ve aşın olduğu o dönemde aileler kalabalık, mahsuller bereketli, gönüller sıcaktı. İnsani ve ahlaki değerler hoyratça çiğnenmemişti henüz, insanların kutsalı vardı ve kutsalına karşıda alabildiğine bir saygısı… Biz kırsalın çocuklarıydık. İçimiz kırsal kadar temiz ve genişti, duygularımız safça hayallerimiz çocukçaydı. Toprak damlı, küçük avlulu evlerimize akşamları yatmak için girerdik çoğunlukla.
Uzun kış gecelerinde, gaz lambasının sarı ışığıyla aydınlanan odada kızların masa örtüsü, yastık yüzü, yorgan ağzı, (çeyiz için) işlediği, gelinlerin yeni doğacak çocuğa kundak, patik, yelek işleyip-ördüğü, odada belli bir sessizliği sağlamak adına anne-babaların çocuklara hikâye anlattığı veya okuduğu o kış geceleri özlenmeyecek gibi değildi. Komşuların birbirinin evlerine kendi evlerine girer gibi girdiği bu demler ne güzel ne içten demlerdi.
Özellikle yaşlı ebelerin anlattığı hikâyeler bir başkaydı. Keloğlan, Kaf dağı, Dev anası, Gülen ayva ile ağlayan nar, Sürmeli bey, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Zümrüd-ü anka kuşu…gidip de gelmeyenlerin gelip de görmeyenlerin hikayeleri vardı. Anlatılan hikâyedeki kahramanın yerine kendimizi koyardık. Onun başarısı bizi mutlu ederken, karşılaştığı kötü insanların verdiği zararda bir o kadar üzerdi.
Her anını bizim şekillendireceğimizi düşündüğümüz koca bir ömür vardı önümüzde. Ruhlarımız dingin, umutlarımız tazeydi.
Kış günleri kardan ve soğuktan dışarıya çıkamayacak olan çocukların evlere kapandıkları o günlerde birbirlerimizi eğlendirmek için beştaş –tekkel taşı-, elim elim epenek, peçiç gibi ev içi oyunlarının yanı sıra; belli harfle başlayan ülke veya şehir ismi oyunu oynar, eğer bu oyunları oynamaya sayımız fazlaysa sıra türküsü çığırır, maniler söyler, bilmeceler sorarak, kendimizi eğlendirmesini bilirdik.
Sıra bilmece oyunu ilk bilmecenin sorulmasıyla başlardı.
Dağda takılar,
Suda capılar,
Arşın ayaklı,
Burma bıyıklı,
Cevap olarak ‘balta, balık, leylek, tavşan’ cevabını veren arkadaş bilmece sorma hakkını elde ederdi. O da:
Uzunluğu urgan gibi,
Enniliği yorgan gibi,
Bağırıp, çağırıp gelir,
Kuzulu kurban gibi?
Bilmece sorma sırası ‘Tren’ cevabını ilk veren arkadaşa geçerdi.
Kaş ile gözden yakın,
Söylenen sözden yakın?
Aralarından birisinin ‘ölüm’ demesiyle birlikte hafif bir sessizliğin ardından:
Suya düşer ıslamaz,
Yere düşer paslanmaz?
Bilmecesine ‘altın’ diyen birisi mutlaka çıkardı. Eğer sorulan bilmeceye kimse cevap veremezse bilmeceyi soran kişi cevabını verir ve tekrar bilmece sorma sırasının kendinde olduğunu hatırlatarak bir başka bilmece sorardı. Bizim bu duruma şahit olan büyüklerde:
Zâr zâr içinde,
Zülfüzâr içinde,
Ne kâtip yazar,
Ne Kur’an içinde?
Cevabı ‘alın yazısı’ olan bu ve buna benzer dini içerikli bilmecelerle bir nevi dini eğitimin bir parçası haline getirirlerdi oyunumuzu. Kendi kurduğumuz oyunlarla gecenin geç vaktine kadar devam eder giderdi bu eğlence.
O zamanki toplum bileşik kap gibiydi. Bilen bilmeyene bildiğini aktarırdı. Bilen kibirlenmez, bilmeyen mahcup olmazdı. Her birinin diğerinden alacağı vardı. Alacağını veren böbürlenmez, alacağını alan da nankörlük etmezdi. Yani demem o ki toplumun bir kısmı diğer kısmını eğitirdi.
‘İnanan insan bildiğinin âlimi, bilmediğinin talibi olmalı’ sözü hakkıyla hayat bulurdu. ‘Okumanın yani öğrenmenin bittiği noktada cahillik başlar,’ sözüne gönülden inanılırdı.
Biz sözlü kültürün baskın olduğu son kuşağız. Birçok şeyi okuyarak değil dinleyerek öğrendik. Onun içinde çoğu zaman mahalli kaldık. Olayları bizim şekillendireceğimizi düşünürdük. Ta ki; olayların bizi şekillendirdiği gerçeğiyle yüzleşene kadar. Ama olsun, yine de bizim yaşadığımız o dünyayı özlemle anmaya devam edeceğiz galiba.
İşte size masum, saf ve bizden bir hikâye.
Yeşilyurt muhtarı Ahmet Kıyan’dan (1962) dinlemiştim.
Üç arkadaş üniversite imtihanlarına girmek için Ankara’ya gitmiştik. Birçok insanın ömrü boyunca büyük şehir görmediği bu zamanda biz gençler için Ankara’ya gelmiş olmak bile büyük bir heyecan sebebi idi. Gönlümüzce gezip dolaştık Ankara’da ve o Gençlik Parkı’na yolumuzu düşürdük. Çeşitli eğlencelerin yaşandığı bu büyük parkta gölde gezinti yapmak için kayık kiralanıyordu. Biz de kayıklara binmek için bekleyenlerin arkasında sıraya geçtik ve beklemeye başladık. Sıra bize geldiğinde Ahmet İnekci -Aslen Besnili’ydi, ‘Dilek Otelini’ çalıştırırlardı. Ayrıca ‘Has ekmek’ fabrikaları vardı. Daha sonraki yıllarda Uşak’a yerleştiler.- ile ben bir kayığa bindik. Kayıklara iki kişi binebiliyordu ancak. (Merhum) Selami Poyraz tek kaldı. Kız torunu ile sıralarının gelmesini bekleyen yaşlı bir teyze Selami’ye;’eğer arzu ederseniz torunumla birlikte binin. Kayık ücretini paylaşalım,’ dedi. Selami’nin canına minnetti. Hem tek başına kayık parasını vermekten kurtulacak hem de Ankara şartlarında giyinmiş genç bir kızla aynı kayıkta kürek çekecekti. Selami’nin arayıp bulamayacağı bir şey dense yeridir. Ahmet’le biz kayığa bindik ama bir taraftan da o daalden Selami’yi takip ediyoruz. Kız ile birlikte suya açılan Selami havalara giriyor, pazılarını şişiriyor, omuzlarını geriyor kıza kendisini gösterebilmek için şekilden şekile giriyordu. Sizin anlayacağınız kayıktan indikten sonra bir daha hiç görmeyeceği bir kıza kur yapmasını ilgiyle izliyoruz. Biz Selamilerden öndeydik. Su seviyesi biraz yüksek olduğu için –kemer olarak yapılan- köprünün altından geçenler başlarını eğerek geçmek zorunda kalıyorlardı. Bizde başımızı eğerek geçtik. Hemen arkamızdan gelen Selami kemerin altından geçerken kıza bir şeyler söyledi kız da kahkaha atarak güldü. Aralarında ne geçti ki kız bu denli güldü, diye merak ettik. Kayıktan indikten sonra Selami’ye kızın neden güldüğünü sormamıza rağmen epey bir müddet anlatmadı. Daha sonra anlattığına göre
Kemerin altından geçerken kıza;
‘Kelleni tusta, kafan kemere daamesin’ demiş. Kız:
‘Ne dediğini anlamadım,’ deyince ‘ben de söylediğim cümlenin açılımı yaptım. Kız ona güldü,’ dedi
‘Nasıl açılımını yaptın?’
‘Biraz eğil de başın köprüye değmesin’ dedim. Benim söylediğimi anlamamasına biraz bozuldum ama yapacak bir şey yoktu. Üstelik kıza kendimi yarandırmak için Elbistanlı yerine Malatyalıyım dedim.’Bu durum karşısında ister istemez güldük, biz gülünce Selami’de güldü.
*
Hasrette sevda da hikâye olur
Sanma işmar kaş-göz kırpmalar kalır.
Sular aka aka hendeğin bulur
Düşer taştan taşa çarpmalar kalır.
*
Yürek dalgalanır kirpik ıslanır
Sevip alamayan gönül yaslanır
Belli yaşa gelen insan uslanır
Kırıp döktüğünü yapmalar kalır.
*
Tükenmez sanılan ömür tükenir
Değişen devire ‘eskiden’ denir
Her bir hatıraya bedel ödenir
Vakitli vakitsiz korkmalar kalır.
*
Gün gelir gün geçer yeni de eskir
Uzunu da eskir eni de eskir
Kocalmaz gönülün gönü de eskir
Bitmeyen işlerde kopmalar kalır.
*
Bizden önce kimler gezdi bu yerde
Ben ki; diye söze başlayan nerde?
Gün gelir açılır çekilen perde
Filimden geriye kopmalar kalır.
*
Her gelene ağız açar karayer
Gözükara gözü ela demez yer
Tecrübeyle sabit ise yazıver
Olaylara farklı bakmalar kalır.
*
Not: Bu yazıya kaynaklık eden Yeşilyurt Mahalle muhtarı Ahmet Kıyan (1962) Bey’e teşekkür ederim.